El
süremedim. Süslü, abartılı kalabalıklara el süremedim. Bakir yalnızlığımın
kucağında uyandım yine. Belki de içimde kalan son umut kırıntıları bunlar.
Günlerden çarşamba, bugün temizlikçi kadın yok. Benim bu eve aidiyetimi silip
süpüren kadın… Evin her köşesine sakladığım yalnızlığı kapı dışarı eden kadın,
bugün yok. Ne çok konuşuyor öyle… Benim aksime. O gelince odama çekiliyorum
artık. O yine de sesli sesli konuşuyor. Konuştukları havadan sudan, işten
güçten işte.
Tan
yeri, bakır renginde uzanıyor önümde. Kelimeler çöplüğünde eşelenirken buldum
kendimi. Hâlbuki bunun için çok erken, bugün çarşamba… Düşüncelerden arındığım
gün aslında. Karşı parke kaldırımın
senin adımlarınla bahtiyar olacağı gün bugün.
Tül perdeyi aralayıp pencere önünde erkenden yerimi aldım. Biliyor musun, penceremin sol üst köşesine üç
günde yapılan kırlangıç yuvası da dünden beri sessiz. Onların orada olması bu
evin gülen yüzüydü oysa. Bu evin yuva özlemini bir kırlangıç ailesinin
gidereceğini hiç düşünmemiştim. Böyle habersiz çekip gittikleri için sitem
ediyorum şimdi onlara. Yağmura dokunmayı, rüzgârı saçlarımda hissetmeyi
onlardan öğrenmiştim. Ya unutursam bu
öğrendiklerimi! Zaman zaman mutfak
tezgâhının üzerinde unuttuğum kremalı bisküvilere âşık kara karınca ailesini
saymazsak koca ev şimdi yalnız bana kaldı eskisi gibi.
Sokak
lambalarının sönmesine daha var. Çok heyecanlıyım, onlar sönecek ve sonra…
Yalnızlığımı, serin bir umudun sevinciyle bir günlük öldüreceğim. Bugün
çarşamba… Geceleyin söz verdim kendi kendime. Bugün pencereyi aralayıp bir
türkü mırıldanacağım sen karşı kaldırımdan geçerken. Sokak lambası bir türlü
sönmek bilmedi bugün, sönmesine daha var
ama. Nereden mi biliyorum? Henüz karşı apartmanın üçüncü kat penceresinden siyah
çöp poşeti çöpe fırlatılmadı, oradan biliyorum. Hem sokak lambasının dibindeki
gri çöp konteynerinin sahibi Sütlaç ve Safran da yerini almadı daha. Sokağın
başından aşağıya iniyorlardır şimdi. Onları kıskanmıyorum, hayır… Aksine şu
pencere önündeki dünyamı renklendirdikleri için onlara zaman zaman teşekkür
bile ediyorum. Fakat sokak lambasının başı etrafında dönüp duran sineklere çok
sinirleniyorum. Benimle aynı gerçeği paylaşan sokak lambasıyla sanki alay
ediyorlar. Sonunda Sütlaç ve Safran gelip çöpün kenarına kuruldular. Yağız
aşklarını seyrediyorum. Her şey aynı döngüyle, sırasıyla gerçekleşiyor. Ve
karşı apartmanın üçüncü katında ömrü biten siyah çöp poşeti büyük bir
gürültüyle oturuyor konteynerinin kenarına Safran ile Sütlaç’ın aşkını
bitirerek. Çöp konteyneri yine ağzı açık seyrediyor bu görüntüyü. Bana sert bir
bakış atarak “ Yeter, bari sen söyle, böyle olmaz!” diyor. Ama duymuyorum onu
çünkü bugün çarşamba… Karşı kaldırımın eksik taşlarını hissetmeyeceği, ince bir
gül fidanının topuk tıkırtılarıyla gıdıklanıp güleceği gün… Benim de o gülen
kaldırımlardaki güneşi toplayıp bir haftalık yalnızlığımı o güneşte kurutmaya
başlayacağım gün…
Bugün
senin için pencereyi aralayıp bir türkü mırıldanacağım, dedim ya! Kim bilir
diğer çarşamba belki daha sesli söylerim. Bir diğer çarşamba belki de adını
sorarım, kim bilir? Nermin teyze iki büklüm çöpün yanında göründüyse saat altı
olmalı. Evet, doğru… Hiç şaşmaz hep aynı saatte indirir çöpünü ve elindeki iki
poşeti itinayla koyar çöpün içine. Sonra başını sağa sola çevirir bir şeylere
kızmışçasına ve eğilip çöpün etrafındaki üç beş çöp poşetini de çöp
konteynerinin içine atarak apartmanın kapısına yönelir. Benim üst katımda
oturur, zaman zaman da yemek indirir, oradan biliyorum adını. Ne güzel bir
insan şu Nermin teyze. Benim gibi yalnız, kendinden başka nefes yok evinde ama
benim gibi değil. Evi sürekli kalabalık. Nereden mi biliyorum, ayak
seslerinden, koşuşturmalardan… Ben ondan öğrendim ne görürsem göreyim selam
vermeyi. Şu evde, cam fanusta büyüttüğüm yalnızlığı paylaşmayı henüz
öğrenemedim ama. Bugün çarşamba, kim bilir belki öğrenirim bugün…
Nermin
teyze de kayboldu. Meydan Sütlaç ile
Safran’a kaldı. Büyük bir iştahla çöpün içine atlayıp bugün paylarına düşen
ganimetleri toplamaya başladılar. İçimde adını bilmediğim bir duygu beni
yakmaya başladı her çarşamba olduğu gibi. Büyük çöp kamyonu, nihayetinde sokak
lambasının altında durdu. O gelince sokak lambası söndü. Sokak lambasındaki
sinekler, çöp konteynerindeki akrabalarının yanına hal hatır sormak için
koştular. Çöp kamyonunun arkasındaki biri genç, biri orta yaşlı iki işçi de
kamyon durunca arkadan atladı. Ömür mevsimlerine inat orta yaşlı gülerek genç
ise bezgin kaldırdı çöp konteynerini her zaman olduğu gibi. Bıyığı ve saçı gür
orta yaşlı, yere saçılan diğer çöpleri süpürüp aldı. O süpürürken genç olan ise
her gün olduğu gibi sokak lambasına sırtını yaslayıp bir sigara yaktı. Belki de
o da yalnızlığını yakmıştı bir sigarayla. Şimdi büyük bir gürültü kopacak. Yok
korkmuyorum, alışığım bu sese. Bizim ihtiyar 07.30 Ankara treni o. İhtiyarın raylarla
hengâmesine taşıdığı yüklerin ağırlığıyla attığı çığlıklar karışınca böyle
oluyor. İnsan irkiliyor ama zamanla ona da alışıyor. Benim yalnızlığımı da
yüklenip alıp götürse uzaklara keşke… Sen karşı kaldırımdan geçtiğinden beri
bazen şu gürültücü 07.30’a binip uzaklara gittiğimizi hayal ediyorum. Hayal
işte, kim bilir belki bir gün bu evi yalnızlığa terk eder birlikte uzaklaşırız
bu döngüden.
Çöp
kamyonu da ayrılınca sokaktan sol yanımda yalnızlığın mumu da yavaş yavaş
sönmeye başladı. Çünkü bugün günlerden çarşamba… Sokağın aşağısından sen
doğacaksın ve varlığın “yalnızlığı” benden çalıp götürecek. Bugün iki kişilik
nefes alıp iki kişilik baharı arzulayacağım. Gözlerimi kapatıyorum ve ona kadar
sayacağım sonra sen geçeceksin karşı kaldırımdan her çarşamba olduğu gibi.
Bugün pencereyi aralayıp senin için bir türkü mırıldanacağım. Kim bilir belki
duyarsın, belki görürsün beni. Sonra ardından bakacağım, sokağın sonunda
dolmuşa bindireceğim gözlerimle seni. Bir iki, üç, dört… on!
Hani
neredesin? Hızlı saymış olmalıyım heyecandan. Yok şimdi geçersin karşı
kaldırımdan. Bugün çarşamba, evet yanılmıyorum. Aklım yanılıyorsa duvardaki
takvim yanılmaz ki! Tekrar sayacağım ona kadar, bu sefer geçeceksin eminim!
Üçüncü katın çöpü, Sütlaç ve Safran, Nermin teyze, çöp arabası, sokak lambası,
biri orta yaşlı diğeri genç çöpçüler,07.30 Ankara treni… Hepsi bak sırayı hiç
bozmadı. Aynı saatte aynı yerde… Her çarşamba, sen de öyle. Bir, iki, üç… on!
Bir, iki üç… yüz…
Bugün…
Ah şu ayaklarım! Böyle olmasaydı… Beni şu pencere önüne hapsetmeseydi… Koşardım
sokağın başından sonuna… Seni bulurdum geçtiğin çarşambaların birinde… Ama, yok
işte… Ayaklarımın ıstırabını daha önce hiç böyle hissetmemiştim. Sen karşı
kaldırımdan geçeli yedi çarşamba olmuş.
Masamda mavi zarflı yedi mektuptan biliyorum. Hepsi çarşamba tarihli,
hepsi sen zamanlı… Yedi mektup, hepsi senli, mavi renkli… Bugün geçmedin karşı
kaldırımdan, niye acaba? Sokak lambası gibi asılı kaldım pencerenin önünde.
Oysa bugün yalnızlığımı ayağına takacaktım ve uçuracaktım… Kim bilir belki
diğer çarşamba… Şimdi odamdaki kelimeler çöplüğüne dönüyorum, ait olduğum yere!
Ve bir çarşambanın ruhuma döktüğü kelimelerle baş başa kalıyorum… Ve bugünkü
kelimeleri sarı renkli bir zarfa hapsedeceğim.
“
Derin bir düşüncenin adıydın sen. İçine düşüp durduğum, dışarıdan karanlık gibi
görünen ama içine düşünce apaydınlık bir düşünceydin. Öyle ki seni
elim çenemde bir pencereden hayran hayran seyrediyordum, seni bir dua kitabı
gibi yüzünden okuyor ezberliyordum, düştüğüm yalnızlık kuyusunun duvarlarına
harf harf sadece seni yazıyordum... Ve bir meczup gibi seni anlatıyordum
boş duvarlara bakıp...
Sen yalnızlığımı saran bir bahardın. Sende filizleniyordu gülüşüm, kalbim. Sen
coşkun akan deli bir ırmaktın, ben okyanusa ulaştığın yerde seni bekleyen Zühre
yıldızı. Ruhlarımız ufuk çizgisinde birbirine görünecekti, sen ve ben
birbirimize bakıp ağlayacaktık. Ateş ve su gibi bir araya gelecektik. O zaman
buhar, okyanustan mı göğe çıkacaktı yoksa gökten aşağıya mı damlayacaktı?
Kimsenin aklı ermeyecekti bu sırra… Biz birbirine düğümlü bu iki sır olacaktık.
Olmadı
işte...
Biz aslında aynı zamanda aynı mekânda olup da suyu birbirine karışmayan okyanus
gibiydik. Öyle akardık işte yan yana... İlahi kudret eliyle beslenirdi suyumuz
biraz tatlı biraz tuzlu...
Biz
tutulmanın da adıydık gökte. Güneş ve Ay tutulması... Oturacaktık gökte, bazen
sen karanlıkta bazen ben... Oynayacaktık öyle tüm dünyayı aramıza alıp.
Gökkuşağı da seninle benim gözlerimizden doğacaktı. Biraz hüzünlenecektik,
ağlayacaktık, ardına gözlerimiz birbirine sarılınca hemen gökkuşağı açacaktı.
Olmadı işte...
Ben yıldızları saymaya da seni bir çarşamba
günü karşı kaldırımda görünce başladım. Ve ardına zaman yarıldı, seni yazmaya
başladım. Seni yazmaya başlayınca da sayfalar gül koktu, elim gül açtı sonra
oturup sustum bazen de ağladım. Çünkü odama, fikrime, yastığıma, duvarlara her
çarşamba gül kokusu yayıldı. Gerisi gelmezdi çoğu zaman. Sokak lambasıyla
sabahlamaya başladım.
Öyle işte…
Biz
ikimiz aynı zamanda görülen bir rüyadaydık. Bu rüyada belki ben, senin
için kâbuslara açılan bir kapıydım ama sen şüphesiz içinden çıkmak istemediğim
bir cennet... Sen belki kâbusundan alev alev yanarak, korkarak uyanırdın; ben
rüyamdan susayarak ve gülerek uyanırdım... Ama illaki ikimiz de uyanıp rüyadan,
kalkar bir bardak su içerdik ve gerçeğe dönerdik, eminim. İçtiğimiz su seni
serinletirdi belki ama beni yakardı.
Ben,
seninle olmuş ya da olması mümkün olan bir hikâyenin tanımını öğrenmeye hiç
kalkışmadım. Ben belki Kaf Dağı'nda Anka'nın sırtında hep bir Simurg'u
aradım. Yoksa sen, beni batıya yollayıp doğuya mı uçmak istedin? Fakat
nihayetinde yine birbirimizi bulmayacak mıydık, birbirimize dönünce ve
gözlerimiz birbirine değince arayıp durduğumuz Simurg’a kavuşmayacak mıydık?
Ben,
biraz da şu pencere gibi aynaydım sokağa. Görüntüleri, yansımaları
aynada birbirine her ne kadar ters düşse de birbirinin aynı olan, birbirinin
aynası olan bendim. Ben aynaya bakınca seni buldum, seni gördüm, seni sevdim,
çok sevdim, sen oldum. Kaldırımdan geçmediğin bu çarşamba, bunu daha iyi
anladım.
Şimdi
ruhum, gecenin bir vakti, kalabalık şehirde tutmayan ayaklarımın ateşinde
yalnız. Sanki bir ocak başında oturuyorum ve kenara yığdığım “senli” kelimeleri
ocağa atıp ısınıyorum. Ateşi karıştıran elimdeki kalem mi yoksa
demir bir maşa mı bilmiyorum. Ama senli kelimeleri karıştırdıkça ocakta, ateş
daha da parlıyor ve odamın duvarlarına senli - benli gölgeler yansıyor.
Seyrediyorum bir müddet gölgeleri duvarlarda ve tavanda. Gamlı duvarlar,
perdeler is değil gül kokuyor. Ve iki büklüm sönen ocağın başında kalan küle
bakıyorum. Senden bir şey kalmayınca ben yine üşüyorum… Üşüyünce daha çok senli
kelimelere uzanıyor elim... Yok, yeter deyip kalkıp gidiyorum bir sonraki çarşamba
geleceğini ümit ederek… Ve Cemal Süreya’nın anlattığı aşkı iliklerimde
özümseyerek…
“Ne
kadar yakından ve arada uçurum;
İnsanlar,
evler, aramızda duvarlar gibi
Uyandım
uyandım, hep seni düşündüm
Yalnız
seni, yalnız senin gözlerini”
0 Yorumlar