BUGÜN ÇARŞAMBA - HAYRİYE GÖZTAŞ (31. SAYI)


El süremedim. Süslü, abartılı kalabalıklara el süremedim. Bakir yalnızlığımın kucağında uyandım yine. Belki de içimde kalan son umut kırıntıları bunlar. Günlerden çarşamba, bugün temizlikçi kadın yok. Benim bu eve aidiyetimi silip süpüren kadın… Evin her köşesine sakladığım yalnızlığı kapı dışarı eden kadın, bugün yok. Ne çok konuşuyor öyle… Benim aksime. O gelince odama çekiliyorum artık. O yine de sesli sesli konuşuyor. Konuştukları havadan sudan, işten güçten işte.

Tan yeri, bakır renginde uzanıyor önümde. Kelimeler çöplüğünde eşelenirken buldum kendimi. Hâlbuki bunun için çok erken, bugün çarşamba… Düşüncelerden arındığım gün aslında.  Karşı parke kaldırımın senin adımlarınla bahtiyar olacağı gün bugün.  Tül perdeyi aralayıp pencere önünde erkenden yerimi aldım.  Biliyor musun, penceremin sol üst köşesine üç günde yapılan kırlangıç yuvası da dünden beri sessiz. Onların orada olması bu evin gülen yüzüydü oysa. Bu evin yuva özlemini bir kırlangıç ailesinin gidereceğini hiç düşünmemiştim. Böyle habersiz çekip gittikleri için sitem ediyorum şimdi onlara. Yağmura dokunmayı, rüzgârı saçlarımda hissetmeyi onlardan öğrenmiştim.  Ya unutursam bu öğrendiklerimi!  Zaman zaman mutfak tezgâhının üzerinde unuttuğum kremalı bisküvilere âşık kara karınca ailesini saymazsak koca ev şimdi yalnız bana kaldı eskisi gibi.

Sokak lambalarının sönmesine daha var. Çok heyecanlıyım, onlar sönecek ve sonra… Yalnızlığımı, serin bir umudun sevinciyle bir günlük öldüreceğim. Bugün çarşamba… Geceleyin söz verdim kendi kendime. Bugün pencereyi aralayıp bir türkü mırıldanacağım sen karşı kaldırımdan geçerken. Sokak lambası bir türlü sönmek bilmedi bugün,  sönmesine daha var ama. Nereden mi biliyorum? Henüz karşı apartmanın üçüncü kat penceresinden siyah çöp poşeti çöpe fırlatılmadı, oradan biliyorum. Hem sokak lambasının dibindeki gri çöp konteynerinin sahibi Sütlaç ve Safran da yerini almadı daha. Sokağın başından aşağıya iniyorlardır şimdi. Onları kıskanmıyorum, hayır… Aksine şu pencere önündeki dünyamı renklendirdikleri için onlara zaman zaman teşekkür bile ediyorum. Fakat sokak lambasının başı etrafında dönüp duran sineklere çok sinirleniyorum. Benimle aynı gerçeği paylaşan sokak lambasıyla sanki alay ediyorlar. Sonunda Sütlaç ve Safran gelip çöpün kenarına kuruldular. Yağız aşklarını seyrediyorum. Her şey aynı döngüyle, sırasıyla gerçekleşiyor. Ve karşı apartmanın üçüncü katında ömrü biten siyah çöp poşeti büyük bir gürültüyle oturuyor konteynerinin kenarına Safran ile Sütlaç’ın aşkını bitirerek. Çöp konteyneri yine ağzı açık seyrediyor bu görüntüyü. Bana sert bir bakış atarak “ Yeter, bari sen söyle, böyle olmaz!” diyor. Ama duymuyorum onu çünkü bugün çarşamba… Karşı kaldırımın eksik taşlarını hissetmeyeceği, ince bir gül fidanının topuk tıkırtılarıyla gıdıklanıp güleceği gün… Benim de o gülen kaldırımlardaki güneşi toplayıp bir haftalık yalnızlığımı o güneşte kurutmaya başlayacağım gün…

Bugün senin için pencereyi aralayıp bir türkü mırıldanacağım, dedim ya! Kim bilir diğer çarşamba belki daha sesli söylerim. Bir diğer çarşamba belki de adını sorarım, kim bilir? Nermin teyze iki büklüm çöpün yanında göründüyse saat altı olmalı. Evet, doğru… Hiç şaşmaz hep aynı saatte indirir çöpünü ve elindeki iki poşeti itinayla koyar çöpün içine. Sonra başını sağa sola çevirir bir şeylere kızmışçasına ve eğilip çöpün etrafındaki üç beş çöp poşetini de çöp konteynerinin içine atarak apartmanın kapısına yönelir. Benim üst katımda oturur, zaman zaman da yemek indirir, oradan biliyorum adını. Ne güzel bir insan şu Nermin teyze. Benim gibi yalnız, kendinden başka nefes yok evinde ama benim gibi değil. Evi sürekli kalabalık. Nereden mi biliyorum, ayak seslerinden, koşuşturmalardan… Ben ondan öğrendim ne görürsem göreyim selam vermeyi. Şu evde, cam fanusta büyüttüğüm yalnızlığı paylaşmayı henüz öğrenemedim ama. Bugün çarşamba, kim bilir belki öğrenirim bugün…

Nermin teyze de kayboldu.  Meydan Sütlaç ile Safran’a kaldı. Büyük bir iştahla çöpün içine atlayıp bugün paylarına düşen ganimetleri toplamaya başladılar. İçimde adını bilmediğim bir duygu beni yakmaya başladı her çarşamba olduğu gibi. Büyük çöp kamyonu, nihayetinde sokak lambasının altında durdu. O gelince sokak lambası söndü. Sokak lambasındaki sinekler, çöp konteynerindeki akrabalarının yanına hal hatır sormak için koştular. Çöp kamyonunun arkasındaki biri genç, biri orta yaşlı iki işçi de kamyon durunca arkadan atladı. Ömür mevsimlerine inat orta yaşlı gülerek genç ise bezgin kaldırdı çöp konteynerini her zaman olduğu gibi. Bıyığı ve saçı gür orta yaşlı, yere saçılan diğer çöpleri süpürüp aldı. O süpürürken genç olan ise her gün olduğu gibi sokak lambasına sırtını yaslayıp bir sigara yaktı. Belki de o da yalnızlığını yakmıştı bir sigarayla. Şimdi büyük bir gürültü kopacak. Yok korkmuyorum, alışığım bu sese. Bizim ihtiyar 07.30 Ankara treni o. İhtiyarın raylarla hengâmesine taşıdığı yüklerin ağırlığıyla attığı çığlıklar karışınca böyle oluyor. İnsan irkiliyor ama zamanla ona da alışıyor. Benim yalnızlığımı da yüklenip alıp götürse uzaklara keşke… Sen karşı kaldırımdan geçtiğinden beri bazen şu gürültücü 07.30’a binip uzaklara gittiğimizi hayal ediyorum. Hayal işte, kim bilir belki bir gün bu evi yalnızlığa terk eder birlikte uzaklaşırız bu döngüden.

Çöp kamyonu da ayrılınca sokaktan sol yanımda yalnızlığın mumu da yavaş yavaş sönmeye başladı. Çünkü bugün günlerden çarşamba… Sokağın aşağısından sen doğacaksın ve varlığın “yalnızlığı” benden çalıp götürecek. Bugün iki kişilik nefes alıp iki kişilik baharı arzulayacağım. Gözlerimi kapatıyorum ve ona kadar sayacağım sonra sen geçeceksin karşı kaldırımdan her çarşamba olduğu gibi. Bugün pencereyi aralayıp senin için bir türkü mırıldanacağım. Kim bilir belki duyarsın, belki görürsün beni. Sonra ardından bakacağım, sokağın sonunda dolmuşa bindireceğim gözlerimle seni. Bir iki, üç, dört… on!

Hani neredesin? Hızlı saymış olmalıyım heyecandan. Yok şimdi geçersin karşı kaldırımdan. Bugün çarşamba, evet yanılmıyorum. Aklım yanılıyorsa duvardaki takvim yanılmaz ki! Tekrar sayacağım ona kadar, bu sefer geçeceksin eminim! Üçüncü katın çöpü, Sütlaç ve Safran, Nermin teyze, çöp arabası, sokak lambası, biri orta yaşlı diğeri genç çöpçüler,07.30 Ankara treni… Hepsi bak sırayı hiç bozmadı. Aynı saatte aynı yerde… Her çarşamba, sen de öyle. Bir, iki, üç… on! Bir, iki üç… yüz…

Bugün… Ah şu ayaklarım! Böyle olmasaydı… Beni şu pencere önüne hapsetmeseydi… Koşardım sokağın başından sonuna… Seni bulurdum geçtiğin çarşambaların birinde… Ama, yok işte… Ayaklarımın ıstırabını daha önce hiç böyle hissetmemiştim. Sen karşı kaldırımdan geçeli yedi çarşamba olmuş.  Masamda mavi zarflı yedi mektuptan biliyorum. Hepsi çarşamba tarihli, hepsi sen zamanlı… Yedi mektup, hepsi senli, mavi renkli… Bugün geçmedin karşı kaldırımdan, niye acaba? Sokak lambası gibi asılı kaldım pencerenin önünde. Oysa bugün yalnızlığımı ayağına takacaktım ve uçuracaktım… Kim bilir belki diğer çarşamba… Şimdi odamdaki kelimeler çöplüğüne dönüyorum, ait olduğum yere! Ve bir çarşambanın ruhuma döktüğü kelimelerle baş başa kalıyorum… Ve bugünkü kelimeleri sarı renkli bir zarfa hapsedeceğim.

“ Derin bir düşüncenin adıydın sen. İçine düşüp durduğum, dışarıdan karanlık gibi görünen ama içine düşünce apaydınlık bir düşünceydin. Öyle ki   seni elim çenemde bir pencereden hayran hayran seyrediyordum, seni bir dua kitabı gibi yüzünden okuyor ezberliyordum, düştüğüm yalnızlık kuyusunun duvarlarına harf harf sadece seni yazıyordum... Ve  bir meczup gibi seni anlatıyordum boş duvarlara bakıp...

 Sen yalnızlığımı saran bir bahardın.  Sende filizleniyordu gülüşüm, kalbim. Sen coşkun akan deli bir ırmaktın, ben okyanusa ulaştığın yerde seni bekleyen Zühre yıldızı. Ruhlarımız ufuk çizgisinde birbirine görünecekti, sen ve ben birbirimize bakıp ağlayacaktık. Ateş ve su gibi bir araya gelecektik. O zaman buhar, okyanustan mı göğe çıkacaktı yoksa gökten aşağıya mı damlayacaktı? Kimsenin aklı ermeyecekti bu sırra… Biz birbirine düğümlü bu iki sır olacaktık.

Olmadı işte...

   Biz aslında aynı zamanda aynı mekânda olup da suyu birbirine karışmayan okyanus gibiydik. Öyle akardık işte yan yana... İlahi kudret eliyle beslenirdi suyumuz biraz tatlı biraz tuzlu... 

Biz tutulmanın da adıydık gökte. Güneş ve Ay tutulması... Oturacaktık gökte, bazen sen karanlıkta bazen ben... Oynayacaktık öyle tüm dünyayı aramıza alıp. Gökkuşağı da seninle benim gözlerimizden doğacaktı. Biraz hüzünlenecektik, ağlayacaktık, ardına gözlerimiz birbirine sarılınca hemen gökkuşağı açacaktı.

Olmadı işte...
  

 Ben yıldızları saymaya da seni bir çarşamba günü karşı kaldırımda görünce başladım. Ve ardına zaman yarıldı, seni yazmaya başladım. Seni yazmaya başlayınca da sayfalar gül koktu, elim gül açtı sonra oturup sustum bazen de ağladım. Çünkü odama, fikrime, yastığıma, duvarlara her çarşamba gül kokusu yayıldı. Gerisi gelmezdi çoğu zaman. Sokak lambasıyla sabahlamaya başladım.

Öyle işte…
  

Biz ikimiz  aynı zamanda görülen bir rüyadaydık. Bu rüyada belki ben, senin için kâbuslara açılan bir kapıydım ama sen şüphesiz içinden çıkmak istemediğim bir cennet... Sen belki kâbusundan alev alev yanarak, korkarak uyanırdın; ben rüyamdan susayarak ve gülerek uyanırdım... Ama illaki ikimiz de uyanıp rüyadan, kalkar bir bardak su içerdik ve gerçeğe dönerdik, eminim. İçtiğimiz su seni serinletirdi belki ama beni yakardı.

Ben, seninle olmuş ya da olması mümkün olan bir hikâyenin tanımını öğrenmeye hiç kalkışmadım. Ben belki  Kaf Dağı'nda Anka'nın sırtında hep bir Simurg'u aradım. Yoksa sen, beni batıya yollayıp doğuya mı uçmak istedin? Fakat nihayetinde yine birbirimizi bulmayacak mıydık, birbirimize dönünce ve gözlerimiz birbirine değince arayıp durduğumuz Simurg’a kavuşmayacak mıydık?

Ben, biraz da şu pencere gibi  aynaydım sokağa. Görüntüleri, yansımaları  aynada birbirine her ne kadar ters düşse de birbirinin aynı olan, birbirinin aynası olan bendim. Ben aynaya bakınca seni buldum, seni gördüm, seni sevdim, çok sevdim, sen oldum. Kaldırımdan geçmediğin bu çarşamba, bunu daha iyi anladım. 

Şimdi ruhum, gecenin bir vakti,  kalabalık şehirde tutmayan ayaklarımın ateşinde yalnız. Sanki bir ocak başında oturuyorum ve kenara yığdığım “senli” kelimeleri ocağa atıp  ısınıyorum. Ateşi karıştıran elimdeki kalem mi yoksa  demir bir maşa mı bilmiyorum. Ama senli kelimeleri karıştırdıkça ocakta, ateş daha da parlıyor ve odamın duvarlarına senli - benli gölgeler yansıyor. Seyrediyorum bir müddet gölgeleri duvarlarda ve tavanda. Gamlı duvarlar, perdeler is değil gül kokuyor. Ve iki büklüm sönen ocağın başında kalan küle bakıyorum. Senden bir şey kalmayınca ben yine üşüyorum… Üşüyünce daha çok senli kelimelere uzanıyor elim... Yok, yeter deyip kalkıp gidiyorum bir sonraki çarşamba geleceğini ümit ederek… Ve Cemal Süreya’nın anlattığı aşkı iliklerimde özümseyerek…

“Ne kadar yakından ve arada uçurum;

İnsanlar, evler, aramızda duvarlar gibi

Uyandım uyandım, hep seni düşündüm

Yalnız seni, yalnız senin gözlerini”





Yorum Gönder

0 Yorumlar